8 Ocak 2017 Pazar


Atina'dan bildiriyorum!


Bazı güzel şeylerin üzerine yazmak için biraz zaman geçmesi gerekiyor sanırım. Yani yaşadığım şeyleri o anda hissetmenin dışında üzerinden zaman geçtikten sonra yeniden düşünmek, belki özlemek farklı bir haz veriyor, en azından bana…

Ne mi demek istiyorum? Şöyle ki, ekim ayında uzun zamandır istediğim bir yolculuğa çıktım; Atina-Girit arası bir yolculuk. İlk durağım elbette Atina’ydı. Bir yazıda anlattığım gibi Erasmus dolayısıyla Girit’e gittiğimde Atina’ya gitmiş ancak bu gidiş bazı sebepler nedeniyle havaalanından ötesine geçememişti ama bu sefer çok merak ettiğim şehirde üç gün geçirdim.


Syntagma’da kaldığım için şehrin tüm canlılığı ve ritmini yaşadım diyebilirim. Zaten otele yerleşme sonrası, çantayı alıp hemen sokaklara attım kendimi ki bilmediğim bir şehirde en sevdiğim şey bu. Gitmeden elbette araştırıyorsun, işte “şuraya giderim, burayı mutlaka görürüm” falan ama gittiğinde kendini o bilinmezin içinde bulmak, nereye çıkacağını bilmediğin yollara dalmak, ne bileyim şehrin akışına kaptırmak başka bir güzellik.

Parlamento Binası önünde Efsun Askerler


Göz yormayan bir manzara
Önce, şehrin tepesinde şehri koruyan bir yapıt gibi parlayan Akropolis’i görünce hemen yönümü oraya çeviriyorum tabii. Tepeye çıkarken ara sokaklara sapıyorum, Antik Agora’ya giriyorum. Akropolis’in giriş saatini kaçırdığım için tepeden şehri izliyorum birçok turistin yaptığı gibi. Güzel olan da o tepeden tüm şehri görebiliyorsunuz, yani manzarayı bozan hiçbir gökdelen yok, binaların yüksekliği belli bir seviyede ve çoğunluğu beyaz tonlarında olduğu için rahatsız edici bir şeyler çarpmıyor gözünüze. Orada bir müddet kalıyorum, kayalıkların üzerinde yürüyorum, sonra oturup yeniden manzarayı seyre dalıyorum. Tabii tek olduğum için diğer “turist arkadaşlardan” fotoğraf çekmelerini istiyorum hafif çekinerek; tek başına poz vermeyi beceremeyen biri olarak içime kaçarak bakıyorum kadraja, zor anlar ama keyifli de ;)


Antik Çağ'a sırtını yaslamak..


O gün saat 3 gibi şehre gelmiştim ve dediğim gibi yerleştikten sonra deli gibi sokaklara atmıştım kendimi. Bir de hazırladığım bir “görülecek yerler listem” vardı. Meğer ilk gün o yerlerin birçoğunu gezmişim farkında olmadan. Şöyle ki Akropolis’in yamacından Plaka tarafına sapmışım. Monastiraki Meydanı’na gelmişim, Ermou Caddesi’ni gezmiş, Bit Pazarı’ndan (Flea Market) geçmişim. Zaten hemen karşısında indiğim için Parlamento Binası’nı görmüştüm. Ama o kadar yürümüş ve yorulmuşum ki akşam otele girince anlıyorum bunu.

Plaka denince akla gelen ilk karelerden


İkinci gün kahvaltı sonrası yine erkenden çıkıyorum dışarı. Üç günlük gezide metroyu sadece Exarcheia’ya giderken kullanıyorum ki o da iki-üç duraklık bir mesafe. Yani Atina’nın ilk etapta görülmesi gereken turistik yerleri hem birbirine çok yakın hem de merkezi bir yerde kalırsanız yürüme mesafesinde. Tabii İstanbul’da yaşayan biri olarak bu durum nimet oluyor bir bakıma benim için.

Şehrin marjinal bölgesi Exarcheia Meydanı


Şehrin sesine kulak kesilmek
İkinci gün daha sakin, daha tadını çıkararak geziyorum her yeri. En sevdiğim şeylerden biri de şehrin sakinleriyle konuşmak. Bir şeyler alırken ya da bir şey sorarken Yunanca başlıyorum konuşmaya ama kısa bir süre sonra “üzgünüm ama Yunancam iyi değil” diyerek İngilizce’ye geçiyorum ve bu noktada kızıyorum kendime vaktinde daha çok üzerine düşmediğim için. Ama ilginç bir şekilde tip olarak Yunanlara benzediğimi ve aksanımdan yabancı olduğumu düşünmediklerini söylüyorlar.

Syntagma Meydanı'nda güne manşetlerle başlamak


Atina gerçekten canlı, hareketli ve ruhu olan bir şehir. Yani sokaklarında gezerken iyi hissediyorsunuz kendinizi. Evet, ülkede kriz durumu devam ediyor ama insanların farklı bir neşesi olduğunu hissediyorum, sebepsizce bazı insanlarla göz göze gelip birbirimize gülümsediğimizi fark ediyorum. Uzun bir zaman sonra kulağıma çalınan ve fonetik olarak gerçekten hoşuma giden Yunanca sözcükler mutlu ediyor beni.

Güneşli bir haftasonundan..


Gezmenin ruhuna dair
Geziyle ilgili sadece bir yazı yazmışım burada, o da daha çok bir anı yazısı ya da şehre güzelleme gibi. Bu yazıda da "Atina’da neler yapılır, nereler görülmelidir" kısmına girmeden şehrin bana hissettirdiklerini yazdığımı fark ediyorum bakınca. Zaten gezi tavsiyeleri üzerine cidden sağlam sayfalar var ki var olmaya devam etsinler, yardımı çok oluyor. Ama ben naçizane genel olarak “gezmenin ruhunu” anlatmayı daha çok seviyorum. Zira en güzel tarafı da bu benim için. Elbette görülmesi gereken yerler görülüyor, fazlasıyla etkiliyor ama gezmenin en anlamlı kısmı, önce kendinle baş başa kalmak, kendini yolda, başka bir ülke/şehirde tanımak, gittiğin yerin ruhunu hissetmek ve tabii özgürlük ki tarifi zor ama hazzı müthiş bir kavram.


Yol arkadaşlarım


Ne diyeyim, Plaka’nın dar ve tarih kokan sokaklarında kulağıma çalınan Yunanca şarkılara dikkat kesiliyor, Akropolis’te kadim çağların farklı havasını hissetmeye çalışıyor, Monastiraki Meydanı’nda şehrin canlılığına dalıyor, Bit Pazarı’nda antika eşyaların büyüsüne kapılıyor, Anafiotika’da adadaymışım gibi hissediyor, Milli Park’ta bir sabah yürüyüşü yapıyor, elbette şehrin lezzetlerini de mideye indiriyorum. Ve üçüncü günün akşamında Girit’e gitmek üzere Pire Limanı’nda buluyorum kendimi (Yolculuğun devamı için http://antikahayat.blogspot.com/2017/01/

Şehrin en canlı yerlerinden Monastiraki Meydanı


(Yazının devamı gelecek;)

Kısa bir tur

Parthenon Tapınağı, Akropolis



Dionysos Tiyatrosu, Akropolis


Erekhtheion Tapınağı, Akropolis


Bit Pazarı'ndan detaylar

Yunan salatası, ıspanaklı börek (σπανακόπιτα) 

Plaka'da hediyelik eşya alternatifleri

Yunanistan'da gün 'frape'siz aymıyor





Atina sokaklarından aşina tınılar




Ermou Caddesi'nde laterna çalan bir amca



2 yorum:

  1. Atina'nın bütün olumlu yönlerini kısaca ve çok güzel anlatmışsınız.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kısa bir sürede gördüğüm güzellikleri yazmaya çalıştım sadece, beğenmenize sevindim, teşekkür ederim..

      Sil