Atina'dan bildiriyorum!
Bazı güzel şeylerin üzerine yazmak için biraz zaman geçmesi
gerekiyor sanırım. Yani yaşadığım şeyleri o anda hissetmenin dışında üzerinden
zaman geçtikten sonra yeniden düşünmek, belki özlemek farklı bir haz veriyor,
en azından bana…
Ne mi demek istiyorum? Şöyle ki, ekim ayında uzun zamandır
istediğim bir yolculuğa çıktım; Atina-Girit arası bir yolculuk. İlk durağım
elbette Atina’ydı. Bir yazıda anlattığım gibi Erasmus dolayısıyla Girit’e
gittiğimde Atina’ya gitmiş ancak bu gidiş bazı sebepler nedeniyle havaalanından
ötesine geçememişti ama bu sefer çok merak ettiğim şehirde üç gün geçirdim.
Syntagma’da kaldığım için şehrin tüm canlılığı ve ritmini
yaşadım diyebilirim. Zaten otele yerleşme sonrası, çantayı alıp hemen sokaklara
attım kendimi ki bilmediğim bir şehirde en sevdiğim şey bu. Gitmeden elbette
araştırıyorsun, işte “şuraya giderim, burayı mutlaka görürüm” falan ama
gittiğinde kendini o bilinmezin içinde bulmak, nereye çıkacağını bilmediğin
yollara dalmak, ne bileyim şehrin akışına kaptırmak başka bir güzellik.
Göz yormayan bir
manzara
Önce, şehrin tepesinde şehri koruyan bir yapıt gibi parlayan
Akropolis’i görünce hemen yönümü oraya çeviriyorum tabii. Tepeye çıkarken ara
sokaklara sapıyorum, Antik Agora’ya giriyorum. Akropolis’in giriş saatini
kaçırdığım için tepeden şehri izliyorum birçok turistin yaptığı gibi. Güzel
olan da o tepeden tüm şehri görebiliyorsunuz, yani manzarayı bozan hiçbir
gökdelen yok, binaların yüksekliği belli bir seviyede ve çoğunluğu beyaz
tonlarında olduğu için rahatsız edici bir şeyler çarpmıyor gözünüze. Orada bir
müddet kalıyorum, kayalıkların üzerinde yürüyorum, sonra oturup yeniden manzarayı seyre
dalıyorum. Tabii tek olduğum için diğer “turist arkadaşlardan” fotoğraf
çekmelerini istiyorum hafif çekinerek; tek başına poz vermeyi beceremeyen biri
olarak içime kaçarak bakıyorum kadraja, zor anlar ama keyifli de ;)
Antik Çağ'a sırtını yaslamak.. |
O gün saat 3 gibi şehre gelmiştim ve dediğim gibi
yerleştikten sonra deli gibi sokaklara atmıştım kendimi. Bir de hazırladığım
bir “görülecek yerler listem” vardı. Meğer ilk gün o yerlerin birçoğunu
gezmişim farkında olmadan. Şöyle ki Akropolis’in yamacından Plaka tarafına
sapmışım. Monastiraki Meydanı’na gelmişim, Ermou Caddesi’ni gezmiş, Bit
Pazarı’ndan (Flea Market) geçmişim. Zaten hemen karşısında indiğim için
Parlamento Binası’nı görmüştüm. Ama o kadar yürümüş ve yorulmuşum ki akşam
otele girince anlıyorum bunu.
Plaka denince akla gelen ilk karelerden |
İkinci gün kahvaltı sonrası yine erkenden çıkıyorum dışarı.
Üç günlük gezide metroyu sadece Exarcheia’ya giderken kullanıyorum ki o da
iki-üç duraklık bir mesafe. Yani Atina’nın ilk etapta görülmesi gereken
turistik yerleri hem birbirine çok yakın hem de merkezi bir yerde kalırsanız
yürüme mesafesinde. Tabii İstanbul’da yaşayan biri olarak bu durum nimet oluyor
bir bakıma benim için.
Şehrin sesine kulak
kesilmek
İkinci gün daha sakin, daha tadını çıkararak geziyorum her
yeri. En sevdiğim şeylerden biri de şehrin sakinleriyle konuşmak. Bir şeyler
alırken ya da bir şey sorarken Yunanca başlıyorum konuşmaya ama kısa bir süre
sonra “üzgünüm ama Yunancam iyi değil” diyerek İngilizce’ye geçiyorum ve bu
noktada kızıyorum kendime vaktinde daha çok üzerine düşmediğim için. Ama ilginç
bir şekilde tip olarak Yunanlara benzediğimi ve aksanımdan yabancı olduğumu düşünmediklerini
söylüyorlar.
Syntagma Meydanı'nda güne manşetlerle başlamak |
Atina gerçekten canlı, hareketli ve ruhu olan bir şehir.
Yani sokaklarında gezerken iyi hissediyorsunuz kendinizi. Evet, ülkede kriz
durumu devam ediyor ama insanların farklı bir neşesi olduğunu hissediyorum, sebepsizce
bazı insanlarla göz göze gelip birbirimize gülümsediğimizi fark ediyorum. Uzun
bir zaman sonra kulağıma çalınan ve fonetik olarak gerçekten hoşuma giden Yunanca
sözcükler mutlu ediyor beni.
Güneşli bir haftasonundan.. |
Gezmenin ruhuna dair
Geziyle ilgili sadece bir yazı yazmışım burada, o da daha çok
bir anı yazısı ya da şehre güzelleme gibi. Bu yazıda da "Atina’da neler yapılır,
nereler görülmelidir" kısmına girmeden şehrin bana hissettirdiklerini yazdığımı
fark ediyorum bakınca. Zaten gezi tavsiyeleri üzerine cidden sağlam sayfalar
var ki var olmaya devam etsinler, yardımı çok oluyor. Ama ben naçizane genel
olarak “gezmenin ruhunu” anlatmayı daha çok seviyorum. Zira en güzel tarafı da
bu benim için. Elbette görülmesi gereken yerler görülüyor, fazlasıyla etkiliyor
ama gezmenin en anlamlı kısmı, önce kendinle baş başa kalmak, kendini yolda,
başka bir ülke/şehirde tanımak, gittiğin yerin ruhunu hissetmek ve tabii
özgürlük ki tarifi zor ama hazzı müthiş bir kavram.
Ne diyeyim, Plaka’nın dar ve tarih kokan sokaklarında
kulağıma çalınan Yunanca şarkılara dikkat kesiliyor, Akropolis’te kadim
çağların farklı havasını hissetmeye çalışıyor, Monastiraki Meydanı’nda şehrin
canlılığına dalıyor, Bit Pazarı’nda antika eşyaların büyüsüne kapılıyor, Anafiotika’da
adadaymışım gibi hissediyor, Milli Park’ta bir sabah yürüyüşü yapıyor, elbette
şehrin lezzetlerini de mideye indiriyorum. Ve üçüncü günün akşamında Girit’e
gitmek üzere Pire Limanı’nda buluyorum kendimi (Yolculuğun devamı için http://antikahayat.blogspot.com/2017/01/)
(Yazının devamı gelecek;)
Kısa bir tur
Parthenon Tapınağı, Akropolis |
Atina'nın bütün olumlu yönlerini kısaca ve çok güzel anlatmışsınız.
YanıtlaSilKısa bir sürede gördüğüm güzellikleri yazmaya çalıştım sadece, beğenmenize sevindim, teşekkür ederim..
Sil